Celal KAZDAĞLI Yazdı…
Ağustos’un son pazarıydı beni aradığında. “Üstad” dedin “Seni bir ay içinde yine böyle telefonla biri arayacak. O ben olmayacağım. Arayan kişi muhtemelen benim öldüğümü sana söyleyecek.”
Aynen böyle oldu Yaşar. Çarşamba öğleden önce Şenol’du (Koç) beni arayan sen değil. “Yaşar Tok” diyerek senin adını söyledi önce. Biraz durakladı; sanki ne söyleyeceğini unutmuş gibiydi. Sonra bitkin, en kötü şeyi söylemeye hazır bir kalıba soktuğu ses tonuyla söyleyiverdi “Yaşar Tok öldü.”
Gazeteci Çetin Altan son döneminde sevdiği dostlarını son kez bir öğle rakısına davet eder, sohbet eder, onlara veda ederdi. Sonra o buluşma, sohbet ve veda üzerine yazardı.
Senin ki de bir tür Çetin Altan’ın vedası gibi oldu. Telefonda “ilk ameliyatımda beni bir şekilde ölümden çekip aldılar, ölmüştüm ben” diyordun. Benim seni rahatlatmaya dönük gevelemelerim, teselli sözlerim, işi şakaya vurmam seni hiç etkilemiyor, konuşmaya devam ediyordun “Bu defa o masadan kalkamam, orada kalırım, ölürüm.”
Biraz Reha’dan (Muhtar) konuştuk seninle. Beyin kanamasından dolayı merdivenden düşmüş, bu defa aldığı darbeden dolayı ikinci kez beyin kanaması geçirmişti. Beynin iki tarafı da hasarlıydı ve bir haftadır yoğun bakımdaydı.
O her zamanki kendine has üslubunla eleştirmiştin Reha’nın gazeteciliğini, duruşunu ama yine de iyimserdin “yırtar o, yakında ayağa kalkar” diyerek bir umut dağıtmıştın. Reha’ya gösterdiğin cömertlik ve ümit var tavrın seni de etkilemiş, biraz olsun neşelenmiştin. “Ben iyiyim, en ucuzundan da olsa hala içiyorum şarabımı” demiştin bana. “Daha birlikte çok kadeh kaldıracağız” diyerek coşkuna katılmıştım. Sen pek oralı olmadan “Ben şimdi tek başıma içiyorum. Şerefeee” deyip bir yudum almıştın kadehinden. Öyle vedalaştık seninle Yaşar.
Şenol arayıp “Yaşar Tok öldü” haberini verdiğinde ben “yırtar o, yakında ayağa kalkar” dediğin Reha’nın yanındaydım. Onu yürütmeye çalışıyorduk hemşirelerle birlikte. Gerçekten yırttı, beyin kendini toparladı, yürümeye, adım atmaya başladı. Reha’nın yırtacağını, Yaşar Tok’un öleceğini bana söyleyen sendin. Bunu söylediğin zaman sen benimle şerefe kadeh kaldırıyor Reha ise 3 hafta yatacağı yoğun bakımın ilk haftasını henüz geride bırakıyordu.
Sen Denizli’den Reha için beni umutlandırıp moral verirken ben İstanbul’dan sana benzer bir ümidi verememiş, moralini düzeltememiştim. Bunu 10 gün kadar önce ettiğim telefonumu açmadığın zaman anladım. Sonra geri aramayınca bir gün senin yerine bir başkasının telefon edeceği düşüncesi beni kuşatmaya başlamıştı.
Seninle 19 yıl önce tanıştım Yaşar. Denizli’de DRT’yi (Denizli Radyo Televizyonu) kurma mecburiyetinde bırakılmasaydım belki de seni hiç tanımayacaktım. 6 aylık bir çalışmanın sonunda (bana göre uzun sayılabilecek bir zaman dilimi) DRT 7 Nisan 2005’te yayın hayatına başladı. Çıkışı fena değildi, oldukça sükse yaptı. Yayınlar ilgi çekmeye başlayınca Denizli’nin kültür sanat alanında bilinen bir kaç arkadaş bana ziyarete geldiler.
Aralarında sen de vardın, böyle tanıştık, tanıştırıldık. Gelenler bir süre sonra seni anlatmaya başladılar. Senin Denizli’nin kültür sanat yönüyle çok ilgili olduğundan, şehir tarihine olan merakından söz ettiler. Elinin kalem tuttuğunu, üretken olduğunu belirtmeyi de ihmal etmediler.
Daha ikinci çaylar gelmeden ben “bizde (DRT) çalışmaya ne zaman başlayabilirsin?” diye doğrudan sana sordum. Sen dahil, herkes bir şaşırdı, bocaladı. Ben sana bakıyordum; hemen toparladın, zaman belirtmeden “başlayabilirim” dedin. “Yarın” dedim ben “gelirsin ayrıntıları konuşuruz.”
Böyle başladık seninle çalışmaya. Çok güzel şeyler yaptın, birlikte hala akılda kalan işlere imza attık. Şehrin eksiği olan hafızasına birlikte seyahat ettik. Yaşayan Denizli’nin kültürüne sanatına dokunmaya, ele almaya, yansıtmaya, öne çıkan isimleri ekrana taşımaya başladık.
Her biri keyif aldığımız, öğrendiğimiz, ufkumuzu açan işlerdi. Daha çok seninle birlikte tanıdım ben Denizli’nin ihmal edilen, nedense gösterilmekten uzak durulan bu tarafını. Denizli’de pek çok kültür insanı ve sanatçı ile senin üzerinden ilişki kurdum, senin sayende onları tanıdım. Yaşar Çallı ile buluşmalarımız, uzun sohbetlerimiz senin sayende gerçekleşti.
Birlikte yaptığımız o şarap belgeseli çok güzeldi ama başımıza aldığımız pek çok bela da onun yüzündendi. Bu dünyadan erken ayrılan Yasin Tokat’la birlikte sıkı bir çalışma ortaya koyduk. Üzüm bağlarına birlikte gittik. Yasin Tokat bize asmayı, üzümü, rüzgarı, yağmuru, salkımların toplanışını yerinde uzun uzun anlattı. Üzümlerin toplanmasından nakline, fabrikaya taşınmasına, suyunun çıkarılmasına, yapılan işlemlere, fıçılanmasına, şişelenmesine kadar bağdan sofraya üzümü ve şarabı anlattı.
Belgeseli yaptık, yayınladık. Çok ses getirdi. Çok eleştirdiler, hedef aldılar, tınlamadık. İyi de yaptık. Geçenlerde Seval (Uysal) yazıyordu Şifre Haber’de şarabın Denizli’yi nasıl değiştireceğini, Urla örneğini vererek.
Sonra ben ayrıldım Denizli’den. Sen belgesellerini yapmayı sürdürdün. Denizli’nin kültürüne, sanatına, dününe, bugününe değindin. Kurumların tarihini ele aldın, pek çokların görmezden geldiği Menderes Nehri’ni anlattın bize.
Daha çok şey anlatacaktın bize ama bu sefer hayat izin vermedi.
En son bu yılın Şubat ayında buluştuk seninle Denizli’de. Hem de bize yakışan yerde, şimdilerde Şifre Haber’in sahibi Bülent’in (Öztürk) olağanüstü çabasıyla gerçekleşen Denizli Gazeteciler Cemiyeti’nde bir araya geldik. Denizli’nin daha çok işin cefasını çeken, en üretken gazetecilerinden Muhammed’le (Karaçay) birlikte. Hasret giderdik, keyif aldığımız çok güzel bir sohbet yaptık. O sohbetin güzelliği hala ruhumda kendini hissettiriyor.
Seni hep bu duygularla hatırlayacağım Yaşar. Hani İstanbul’da seni bir kaç kez misafir ettiğim evimde, Boğaz’a nazır açtığım her şişede seninle olacağım. Birlikte yaptığımız ve öğrendiğimiz şeyleri damıta damıta şerefe diyeceğim, yokluğunda benim için Denizli hep biraz eksik kalsa da.
Işıklar içinde olasın, şarapsız kalmayasın. Yoksa KÜP (Asım Altıntaş), PAMUKKALE (Yasin Tokat) üzülür. Üzme onları.